2 Aralık 2008 Salı

YAZDIKLARIMIZ/Öykü/Bir Fahişenin Günlüğü


Bir Fahişenin Günlüğü

Sadık dostum günlük,

Gece yarısını geçeli epey oldu.Ne kadar zamandır pis duvarın yüzüne bakıp ağlıyorum, bilmiyorum. Saate en son baktığımda saat sıfır sıfır ,sıfır sıfırı gösteriyordu. Komik.Yeniden doğuş gibi.Yeni gün. İlk soluk. Ev hanımı Ayşe olsam yarına ait tahminlerim başka olurdu. Temiz yüzlü çocukların okulu, kocanın kuru temizlemeye götürülecek takım elbisesi, yatırılacak günü geçmiş faturalar, beyazlatılacak çamaşırlar ya da serçe parmağım kalınlığında saracağım etli yaprak dolması… Benim mi? Yarına dair iyi niyetli tahminlerim yok. Yatılacak kirli çarşaflar, koynuna girilecek obur erkekler ve daha çok fahişe kahkahası…Yarın benim için dünün tekrarı gibi. En iyisi mi ben sana dünden bahsedeyim.

Muhsin ağabey yeni bir adamla tanıştırdı beni. Adı: Ertuğrul. Müteahhit. Kibirli bir adam. Havasından geçilmiyor. Neymiş efendim, Dubai’deki gökdelenler de ne oluyormuş! İstanbul’a alasını dikecekmiş. Rakip şirket ihaleyi alırsa mesleği bırakacakmış, falan filan.Bütün gece bunları anlattı durdu.Sinir bozucu.Sevişirken bile dikeceği gökdelenleri sayıkladı.Sanki sevişmeye değil de içindeki hırsı boşaltmaya gelmiş kenar mahalledeki otel odasına.Otel dedim de,aklıma geldi.Bizim oteli koyu maviye boyamışlar. Satıldığım gece gibi.Ben olsam beyaza boyardım.Beyazda hiçbir şey gizli kalmaz.Ayıplar saklanamaz.Beyaz çabuk kir tutar.Belki, kenar mahallenin beyaz duvarlı otel odasında utanırdı insanlar para karşılığı vücut satın almaya.

Ertuğrul Bey, Muhsin ağabeyle benim için yüz liraya anlaştığını söyledi. Bir de ona göre muamele yap demez mi! İşimi öğretiyor. Müşteri veli nimetimizdir.Muhsin ağabey öyle öğretti.Yüz liranın ancak kırk lirası benim.Gerisi Muhsin ağabeyin. Adi herif. Ama biliyor musun,yüzlerine bile bakmaktan tiksindiğim erkeklerle yatarken Muhsin ağabeyi düşünüyorum.Hemen yanlış anlama,öyle değil. Mesela dün gece Ertuğrul Bey’le Muhsin ağabeyi yatarken düşündüm. Zevk aldım. Sonra ağladım. Yataktakinin ben olduğunu hatırlayınca.

Ertuğrul Bey işini bitirince çantasından özel sabunlar,losyonlar çıkardı. Üzerlerine baktım. Dezenfektan yazıyordu. Banyoya girdi, tam bir saat yıkandı. Trajikomik. Tiksindiği fahişeyle yüz lira karşılığı yatan bir adam... O an, kar soğuğunda cılız ateşin etrafına üşüşmüş siyah bereli,kara tenli,ruhları donuk tinerciler düştü aklıma. Her gece otele girerken göz göze geldiğim gecenin çocukları. Ne bileyim, Ertuğrul Bey gökdelenlerinin yanına bir de bu çocuklar için barınma evi yaptırsa… Ya da okula gidebilmek için geceleri Ahmet ağabeyin pavyonunda buzlu badem satan çocuğa burs verse… Hiç olmazsa bizim gibi düşmüş kadınlara sığınma evi yaptırsa, iş verse… O şırıl şırıl akan suda ıslık çalarak banyosunu yaparken bunların hiçbirini düşünmediğine eminim. Hatta hayatında bir kere bile aklına getirmemiştir. Onun gibiler ellerini taşın altına koymak yerine taşın yosun, çamur kaplı tabakasını hor görür, her türlü pis işlerinde zemin olarak kullanırlar.Ezer, ezdikçe güçlenirler.Sistemin önemli ama küçük parçası olmak yerine; büyük ama önemsiz parçası olmayı yeğlerler. Ne acı ki kendilerini dev aynasında görürler.Bilmedikleri bir şey vardır ki; ayna aynı ayna, görüntü aynı görüntüdür. Devleşen onların kibiri, acımasızlığı ve bencilliğidir.

Boyumdan büyük düşüncelere dalmışken Ertuğrul Bey banyodan çıktı. Bir güzel losyonlarını süründü.Hızlıca giyindi.Cebinden kağıt mendilini çıkardı.Yüz lirayı mendiliyle tutarak bana uzattı.Sonra da dirseğinin koluyla kapıyı açmaya çalıştı.Aralanan kapıyı ayağıyla kendine doğru çekerek hiçbir yere değmeden odadan çıktı gitti.Bu komik çaba bana küçükken oynadığımız seksek oyununu hatırlattı. Sanki bu odanın görünmez çizgileri vardı ve her an değebilirdi. Değdiği an oyundan çıkacak çocuk gibiydi. Arkasından bir fahişe gibi değil, aristokrat bir bilge gibi güldüm.

Otelden sokağa can havliyle attım kendimi.Boğazımda iki el vardı sanki.Boğuluyordum.Burnum derin nefes almaya çalışmaktan şişmişti.Kaldırıma çöktüm.Sağımdan solumdan insanlar geçiyordu.Ne onlar bana aldırıyordu ; ne de ben onlara.Başkalarını görmezlikten gelmek kanıksanmıştı. Kaldırımda çiçek ezikleri…Kim bilir kimin düş çürükleri? Benimmiş gibi sahip çıktım onlara. Tek tek topladım.Avucumun içine dizdim.Hayali sevgilinin yollarıma serptiği aşk kırıntıları sanmak istedim boynu bükük zavallıcıkları.Paltomun cebine koydum onları.Acının ayıklığındaydım.Toparlandım ve yürümeye devam ettim.Gece ayazdı.Kar toplu şişkin bulutlar şehrin çatısına abanmıştı.Kar bastırmadan eve gitmeliyim diye düşündüm. Paltomun yakalarını yüzüme doğru çektim. Atkımı iyice boynuma sarmaladım Yoldan geçen taksiyi durdurdum. Şoför “ Nereye abla?” diye sordu.Bu sesi bir yerden tanıyordum. Merakla gözlerimi aynaya ; cevap bekleyen o yorgun göze çevirdim. İnanamadım. Taksinin şoförü, Ertuğrul Bey’den başkası değildi. “Ertuğrul Bey… Siz… Nasıl olur ?” gibi şaşkınlıktan toparlayamadığım kelimelerden sonra kendime geldim ve onun da bana hortlak görmüş gibi baktığını fark ettim.Yüzü kızarmıştı.O kibirli adam şimdi utancından başını yerden kaldıramıyordu “ Sen… Burada ne arıyorsun?” dedi. Yüzüm gözüm atkıyla sarılmış olduğundan beni tanıyamamış, taksiye alma boşluğunda bulunmuştu.

Yakındaki bir çorbacıya gittik.Çay içtik.O kadar utanmıştı ki bana hikayesini anlatmayı borç bildi. “Ben…” dedi duraksayarak. “Ben patronum gibi davrandım bu gece. Taksi durağı var. Aynı zamanda da müteahhit. Ben bilmem böyle şeyleri.Vallahi bak ! O verdi otel parasını Doğum günüm bugün. Anlayacağın bu gece patronumun bana doğum günü kıyağı.Kadınlarla gönlünü eğlendirmeyi çok sever.Her şeyin bir fiyatı olduğuna inanır.Parasıyla kendine çevre edinmiş.Saygı duyulduğunu sanıyor. Dalkavukları, etek öpenleri çok.Ne olursa olsun onda bizde olmayan bir şey var:Güç. Ben onun gibi güçlü olmak istedim bu gece.Bak arabamın arka camında ne yazıyor : Ağam sağ olsun ! Bizim gibiler ‘ağam sağ olsun’ demeyi kesmedikçe başımızdan ne ağalar eksik olacak ne de beyler. Gerçekten güçlü olmak belki de etek öpmemekle başlıyor. Bu arada benim ismim Ertuğrul değil, Ali. Bildiğin Şoför Ali. Ayrıca losyonları, sabunları hiç sevmedim. Ertuğrul Bey çantasını unutmuştu.Hepsi onun.İnsanlardan tiksinir gibi davranmak yine ondan gördüğüm bir şeydi.Kendimi daha çok adamdan saymak istedim.Bu arada senin ismin ne?” dedi.İlk defa bu fahişenin ismi soruluyordu.Hiçbir şey söyleyemedim.Cebimden çiçek eziklerini çıkardım. Avucunun içine bıraktım. “ Ben ismi olamayacak kadar herkese ait biriyim.Sen bana herkes gibi fahişe de.Öyle çağır.Ama acımadan, acıtmadan. Alnımın teriyle an beni.Hoşçakal.”dedim ve arkama bakmadan çekip gittim.

Kar yağıyordu. Günaha batık şehir yorgan altına saklanan yaramaz çocuk gibi beyaz tabakanın örtücülüğüne sığınıyordu.Gece kimilerine masallar anlatırken kimilerine de acı gerçeklerden bahsediyordu.Ve ben ağır uykusunda şeker pembesi rüyalar gören bu milleti uyandırmak için en arsız,en sinir bozucu,en tiz fahişe kahkahamı atıyordum.

İdil Demir
Kasım 2007, İzmir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder